Bu Son Veda


Bitmiş bir defterin son sayfasına sığdırılmış ufak bir not gibi düşün bunu... Sanki hiç yazılmamış ve aslında hiç yaşanmamış gibi... Neden yazdığımı da bilmiyorum aslında, sanırım yarım kalan cümleleri bitirmek yada belki de yazı bittikten sonra içilen sigaranın yarattığı 3 saniyelik etkiyi yaşamak için... Cidden bilmiyorum...

Yarım kalan sadece cümleler değil, başlı başına bir hikaye aslında, "o kadar da romantik başlamadı hikayemiz" diye başlayan, ama aslında o kadar da romantik olan... Yaz sıcağının etkisi sandığım, yani basit bir yaz aşkı diye düşündüğüm ama sonra ısınmama sebep olanın iklim değil de sen olduğunu anladığım gecelerin yaşattıkları... Kaç şehre yayıldı bu aşk onu da sayamadım. Gittiğim yollar boyu camdan dışarıya baktığım her şehir, her manzarada biraz var artık bu hikaye, kulaklıktan sadece benim duyduğum fon müzikleriyle... Ege bölgesinde akla gelmez bir sahil kasabasıyken birden bire anlamlanan Akçay'dan İstanbul'a giderken, yada Haydarpaşa'dan Eskişehir'e doğru yol alan herhangi bir trenin 1. vagonunda hep aynı derinlikte yaşandı bu hikaye...

Ve artık hikayeye bir son yazma vakti geldi, ellerim yazmayı reddetse de... Hoş, biz fark edememiş olsak da yağmurlu bir Eskişehir gecesinde romantik komedi filmlerdeki gibi bir son yaşandı zaten. Damarlarımızdaki alkolün de etkisiyle frenlemeden yaşadık bir kez olsun içimizden geçenleri ve gerçek huzur, gerçek mutluluğu yaşattık birbirimize. Biraz ıslandık, biraz saçmaladık... Ara sokaklarda gecenin kör saatinde yaptıklarımız yada Porsuk kenarında biraya şampanya süsü vererek eğlendiğimiz anlar saniyeler sürse de gerçek anlamda saf mutluluk hissini yaşattı bize. Hele ki, yazarak tüketmekten korktuğum, ama yazmadan da edemeyeceğim, aylar sonra gelen huzur dolu uyku... Sana hissettirmeden ara ara uyanıp kokunu hissettiğim anı ve tekrar gözümü kapatıp gerçek - rüya arasındaki mutluluğuma kaldığım yerden devam ettiğimi düşünüyorum da... Zaten, o anda her şeyin farkında, sonlarını yaşıyormuşum sevgimin... Son dokunuşlar, son sarılma, son öpücük ve birlikte geçirilen son gece... Her şeyiyle seni yaşadığım son gece.

Sözde son yazmayı planladığım hikayenin aslında hiç bir zaman noktayla bitemeyeceğini gördüm yazarken, belki virgül, belki üç noktayla biter bu hikaye o yüzden son yerine yine üç nokta bırakıyorum hikayeme, hikayemize... "gidiyorum bu şehirden, ayaklarım geri geri..." senden uzaklaştığım her yolculukta camdan bakarken dinlediğim şarkıyla gidiyorum şimdi ayaklarım geri geri... Son bir şarkıyla devam eden hikayenin gerçek sahibi, sen...
Her şeye rağmen: SENİ SEVİYORUM!


Hoşçakal...

gece

zamandan bağımsızlığını ilan eden adamın eseridir, devrik kum saatinin hüznü.

Platonik

Düzeltmek isterken bozduğum tablolar gibi, yıpranmış görünen çerçevesinden çıkarıldığı an yırtılan fotoğraf gibi, heykeltıraşın henüz çekiç vurmadığı dev bir mermerin içinde saklı duran şaheser gibi duruyorsun şimdi karşımda. Söyler misin nasıl dokunabilirim sana?

Sigaraya Ağıt

Zifiri karanlığı bozan tek şey sigaramın ateşiydi. Sıkıntı büyük. Körükleyerek içtiğim sigaranın kül tablasına yaklaşırken aydınlattığı manzarayı izledim: Sönmüş izmaritler, kum havuzunu andıran küller. Sigaraya karşı nasıl büyük bir nankörlük sergilediğimi fark ettim. Nikotin ihtiyacımın arttığı anlarda sevgiyle tuttuğum, sönene kadar adeta öpüştüğüm sigarayı küllüğe basarken sergilediğim vurdumduymaz tavrı düşündüm. Hüzünlenip bir sigara daha yakmak istedim sonrasında, ama yakmadım. Zira paradoksları sevmem.

Uzak

Aynı anda birden fazla şehirde yada ülkede yaşanmışlıklara sahip insanların ortak bir frekansı olduğuna inanıyorum. Hani, doğar, büyür, kısmen yaşar ve ölürsün ya; işte bu döngünün dışına çıkan insanların ortak paydasından bahsediyorum. Ben de onlardan biriyim. Bizim, yaşanmışlıklarımız ne kadar artarsa "orada olmalıydım" dediğimiz anlar da o hızda artıyor... Sen o uzak diyarlardaki düzeninde denge kurmaya çabalarken geride bıraktığın mekanda yaşananlar, yaşayamadıkların...

Çekilmiş bir fotoğrafa uzaktan bakarken dahil olma isteği mesela. O fotoğrafa teknolojik bir yardımla girsen dahi bir saniye sonrasını yaşayamamış olduğun gerçeği. İşte bundan bahsediyorum tam olarak. Kendini kandırarak bir süre idare etsen dahi çalan telefonla uyanırsın rüyadan bir gece. Paralel evreninden birileri, sanki hiç farkında değilmişsin, sanki sen bu durumu her yalnız kalışında hissetmemişsin gibi hatırlatma gereği duyarlar. Sevdiğin bir şarkıyı duyarsın arkadan, söyleme gereği duymazlar ama bilirsin sana ithaf edilmiştir, ortamda içilen her neyse, onun eşliğinde. Yutkunursun dinlerken ama onlara kızamazsın. Buruk bir sevinç yaşarsın hatta; hatırlanmanın, eksikliğini düşünenlerin gerçekliğine kapılırsın. Gözünü kapatırsın genelde, diğer hayatını dinlerken telefondan. Ama kapanır o telefon er yada geç. İşte o kapanıştan bir saniye sonrasını yaşayamazsın asla. Yine hislenirsin. Sessizlik ve karanlık sinirini bozar, evin, yada kaldığın yer her neresiyse oranın, tüm ışıklarını yakar, televizyona-radyoya saldırırsın yalnızlığını unuttursun diye. Nafile.

Asla gerçekleşmeyecek hayaller kurarsın. iki şehir birleşsin istersin mesela. Uzak şehirde kurduğun düzendeki eksikleri bilirsin ki ayrı düştüğün yaşam tamamlar ancak. Anahtar-kilit gibi kalır yaşamın, açılmayacak bir kapının önünde uyuklarsın yıllarca. Uyandığında anlarsın ki, sana her şehir uzaktır aslında. Yaşanmışlıklar değil de kaçırdıkların yıpratır seni, yoklukla hiçlik arasında dans ederken bulursun kendini. Hissizleşmeye başlarsın, arafta sürüklenir gibi ve hiç var olmamışsın gibi.

Aforizma

Büyük aşkların beklentileri küçük olur aslında. Öyle sanıldığı gibi dünya dursun, insanlar yok olsun baş başa kalalım gibi imkansız şeyler istemezler. Çok basittir bekledikleri, Gözlerine baktığında gülümseyi görmek ister mesela. Ya da şehirler arası bir trende aniden karşısına çıktığında yüzünün aldığı o garip, şaşkın ifadeyi hissetmek...


Hayalperest



Kanımda dolaşıyor olmasının da etkisiyle olacak, düşünürüm üzerine hep içkinin ve içebilmenin.. ve asıl ilgimi çeken nasıl içileceği ya da hangi mezelerle içileceği olmadı hiç.. Zaten hep söylenen bir klişe var: içkinin en güzel mezesi sohbettir, diye... Hayır kardeşim, öyle değil işin aslı! Olsa olsa içkinin kendisi meze olabilir sağlam bir masaya...




İşte bunun üzerine kafa patlatırken, karşısına geçip sohbet şansım olsa içkiyi en güzel meze eden kim olurdu diye düşündüm ve şu kısa ama etkili listeyi çıkardım;






Şarap içerken hakkını en güzel verecek adam itirazsız Ömer Hayyam olacaktır, o yüzden...





Şarabı Ömer Hayyamla...




Bira dediğin şey salaş bir ortamda mümkünse şişesinden içilmeli.. Aslında, rakıya çok yakışacak biri ama listenin devamında anlaşılacağı üzere kontenjan biraya razı kıldı Yusuf Hayaloğlu'nu...




Birayı Yusuf Hayaloğlu'yla...




Son ve en kıymetli içkimiz rakı... Aslında padişah sofrası da kurulsa yanında gider, çilingir sofrası da... Ama, içene ayak uydurmaktır maarifet, o yüzden Atatürk'le içerken leblebi zaten dünyanın en lezzetli mezesi olacaktır... Ötesi yok...




Rakıyı Atatürk'le içmek isterim... isterdim...